30 Kasım 2014 Pazar



Kirpilerin üşüdükleri zaman nasıl ısındıklarını biliyor musunuz ?

Bu soruda nereden çıktı diyebilirsiniz? Ya da sevgiyle kirpilerin nasıl bir bağlantısı olabilir ki? diye düşünebilirsiniz. Ama inanın bana onların ısınmak için yaptıkları davranışta sevginin ideal tanımını bulacaksınız…

Kirpilerin ısınmak için kullandıkları yöntem oldukça ilginç. İlk okuduğumda bana çok farklı çağrışımlar yapmıştı. Havalar soğuduğunda ısınabilmek için birbirlerine sokuluyorlar, ama oklar birbirlerinin vücuduna değmeye başlayınca bu mesafeyi koruyorlar. Yani daha fazla yaklaşmıyorlar. Bu aslında onların katlanabilirlik sınırını belirliyor. Acıyı hissettikleri an duruyorlar. Özel alan, her biri için korunuyor. Isınırken kendilerine ait alanı da korumuş oluyorlar.

İki insanın ilişkisinde de katlanabilirlik sınırından söz edebiliriz. Genellikle bu mesafe korunmadığı zaman ya canımız acır, ya da rahatsız oluruz. Karşımızdaki insana bu sınırı gösterememenin sıkıntılarını yaşarız. Kendi mahrem alanımızı korumakta zorlanırız. Birbirimize yakınlık ve sevgi için sokulduğumuzda, o ince mesafeyi koruyabilsek keşke…

Birisini sevdiğimiz zaman, onun her şeyiyle bize ait olmasını, en yakın mesafede durmasını ve bizim bilmediğimiz hiçbir sırrının olmamasını isteriz. Bazen öylesine yaklaşırız ki, sevgimizle onu boğarız. Uzaklık kadar, fazla yaklaşmış bir yakınlıkta acıtır insanı. Sevginin esmeye yer bulamadığı alanda, sadece nefes alamamakla kalınmaz hayal bile kurulamaz.

Bu bazen eşimiz, bazen çocuğumuz, bazen de yakın bir arkadaşımızdır. Onun bizim dışımızda yaşayacağı deneyimleri kısıtlarız, kıskanırız. Ölümcül bir dansa dönüşür ilişki, ama kendini kurtarmakta ciddi bir çaba gerektirir. Biz olalım derken, iç içe girmiş tek bir ben oluveririz. Diğer benin içinde kendi benimiz erir ya da kaybolur. Bazen bunu fark etmek yıllarımızı alır, bazen de fark ettiğimizde artık çok geçtir.

Biz içinde ben olma çizgisi öyle ince bir sınırdır ki, tanımlamak kadar, yaşamak da zordur. İnce bir beceri gerektirir. Kendin yok olmadan, diğerinin kimliğinde erimeden ve bunu yaparken de hırçınca bir varoluş sergilemeden, yaradılışının sana sunduğu özel yönlerini tanımak ve yaşamak… Bunu fark etsek bile hayatımıza aktarmamız ne kadar zamanımızı alırdı, hangi yaşlara geldiğimizde bunu gerçekten yaşayabilirdik acaba?

Bizim toplumsal ilişki mantığımızda; iç içe, dip dibe olmak sağlıklı bir birlikteliğin esası olarak görülür. Piknik alanlarında bile herkes birbiriyle sırt sırta oturur. Biraz uzak duran yadırganır, merak edilir ve çeşitli kurgularla yargılanır. Kendini beğenmekle suçlanır. Kendine alan bırakabilen, hayır demeyi başarabilen insanlar kabul görmez, enaniyet sonucu böyle davrandığı düşünülür.

Bir kirpi oku mesafesinde ama, yıllarca yıpratmadan, tüketmeden, taptaze bir sevgiyi yaşamak…Bu duyguyu en güzel şekliyle Halil Cibran'ın şiirlerinde bulabiliriz. Şair sağlıklı bir sevginin tatlı betimlemelerini yapar şiirlerinde …

'Siz beraber doğdunuz ve hep öyle kalacaksınız.

Ölümün beyaz kanatları, sizin günlerinizi dağıttığında da beraber olacaksınız.

Fakat birlikteliğinizde belli boşluklar bırakın.

Ve izin verin, cennetlerin rüzgarları aranızda dans edebilsin...

Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bağ olmasın,

Daha ziyade, ruhlarınızın sahilleri arasında hareket eden bir deniz gibi olsun.

Ve yan yana ayakta durun; ama çok yakın değil,

Çünkü bir mabedin ayakları arasında mesafe olmalıdır;

Ve meşe ağacıyla, selvi ağacı, birbirinin gölgesi altında büyüyemez.'

Hayatta bazı şeyler o kadar narindir ki, gereken özeni vermezsen, söner ve yok olur, sürekli onu beslemen gerekir. Eğer ona zaman vermezsen, nefes aldırmasan da boğulur gider. Avucundaki küçük bir serçe gibi Çok sıkarsan ölür, gevşek bırakırsan da uçar gider. Sevgi de aynen böyledir, ince bir kavrayışta tutman gerekir avuçlarını, ama bu ne kadar olmalı dersen?


Bunun ölçüsünü sana ancak kalbinin sesi verebilir…

hafta sonu ben :)

  neee hafta sonu mu ?

  keşke kızlar olsaydı yaaaa

  niye döndüysek sanki

neyse ya gidip bi kahve yapıyım kitap falan okurum !

28 Kasım 2014 Cuma

'Kendine gülebilir misin? Ama öyle vakur bir tebessüm

lütfedercesine değil, içinde bir yerde sana seni yansıtan 

bir ayna, sana seni aktaran bir soytarı varmışcasına 

çekinmeden gülebilir misin, hem de herkesin ortasında?

Dalga geçebilir misin kendinle, ciddiye alınmayı 

deli gibi arzuladığın halde? '


Çok uzun yıllar günah çıkarma görevini üstlenen rahibe bir soru yöneltilir;

-‘’Kırk yıldır bu işi yapıyorsunuz ve kırk yıldır insanların dertlerini, günahlarını dinliyorsunuz. Onların en mahrem hikayelerine tanıklık ediyorsunuz. Yüzlerini görmeseniz bile acılarına, kederlerine ve pişmanlıklarına eşlik ediyorsunuz. Belki kendilerine bile itiraf edemediklerini, yüzünü görmedikleri bir adama anlatıyorlar. Bunca sene, insanların güneş yüzü görmemiş hatıralarının, unutmak istedikleri zamanların bilinmeyen şahitleri oldunuz. Peki, bunca yıllık birikim size neyi öğretti. İnsanlar hakkında neyi öğrendiniz’’

Rahip cevap verir:

-    İnsanlar göründüğünden çok daha fazla acı çekiyor, görünenden daha fazla yaraları var. İkincisi de yetişkin insan diye bir şey yok.

Gerçekten de yetişkin insan diye bir şey yok belki de... Ne kadar olgun, anlayışlı, sükunetli zamanlarımız olsa da aslında onun altında hiç büyümeden kalan, korkan, kaygılanan, saçmalayan, arızalı taraflarımız varlığını hep sürdürüyor. Şımartılmak isteyen, kaybetmekten çok korkan, yalnızlığı sevmeyen, kıskanan, öfkesini kontrol edemeyen yönlerimiz, yetişkin tarafımızın hemen arkasında varlığını devam ettiriyor. Ne zaman ortaya çıkacağını çoğu zaman kestiremiyoruz, bazen de kendimiz salıp, koyuveriyoruz onu...

Ne zaman ki hayat yorsa ve dizlerimizin dermanı kalmasa, işte o zaman yetişkin olmak, yetişkin gibi davranmak istemeyiz. Bir çocuk gibi mızırdanmak, sızlanmak ve ağlamak isteriz. Biraz ilgi, bir kaç tatlı söz ile teselli olabileceğimizi de biliriz aslında... Ama güçlü olmak, sağlam durmak, dağılmamak, kırılmamak, en azından böyleymiş gibi davranmak, öyle yorar ki insanı, büyümenin aslında ne kadar sancılı bir süreç olduğunu da gösterir.

Büyümek,  sancılıdır. Hayat boyu sürer. Belki son ana kadar devam eder. Tam oldum, artık anladım, şifreyi çözdüm dersin, ama sonra, her şey yeniden şekillenir, yeniden değişir. Aradığım bu, tamam buldum işte dediğin şeyler zamanla kaçtığın, korktuğun ve saklandığın olaylara dönüşüverir. Her şey ve herkes zamanla şekil değiştirir. Hayatına giren birçok kişi ve olay görevlerini yapıp, sana kalacakları bırakıp hayatından süzülüp giderler.

 Büyümek, sürekli değişen bir tabloyu seyretmek kadar heyecan vericidir. Bilmediğin bir hikayenin kahramanı olmak, her şeyi en baştan yaşamanı gerekli kılar. Hiçbir şeyi atlayamazsın, üstünden atlayıp geçemezsin. Kaçtığın her şey bir gün yazgı olarak çıkar karşına... Onunla, hesabını yapamadığın, öğrenmen gerekeni öğrenemediğin sürece peşini bırakmaz. Cevabı aynı kendisi farklı sorularla uğraşırsın. Büyümek dediğin şey de tam o sırada gerçekleşmeye çalışır.   

Hep keşfetmeye çalıştığın kendin, bazen öyle acemice hatalar yapar, öyle saçmalar, öyle can acıtır ki, büyüyemeyen taraflarını işte o zaman daha net görürsün. Onunla karşılaşmak öfkelendirir seni, hala acemice hatalar yapmak, bir türlü tam anlamıyla yetişkin olamamak kızdırır seni...  Hala bir gram takdir edilme, üç kilo değerli hissetme uğruna koşuştururken kendini yakalamak, tam da ensenden yakalamak utandırır seni... Hani anlamıştın, hani çözmüştün olayı, niye aynı yerlerde dolanıyorum öyleyse... Hala niye sevgi kırıntıları uğruna ağır yükler taşıyorum. Neden vermeyenden talep ediyorum?... Yanlış yerlerde, doğru sözler peşindeyim hala neden?...

-Ben ne zaman büyüyeceğim ve ne zaman tam anlamıyla bir yetişkin olacağım?

Belki de bunun bir cevabı yok. Kısıtlı zamanlara ait bir soru değil bu... Hayat boyu belki de bunun cevabı, son ana kadar büyümeye çalışmak, yetişkin bir insan, olgun bir kişilik sahibi olmak, bir sonuç değil... Bir süreç... Belki de bu yolculuğun adı; büyümek ve büyümeye çalışmak...

Evet büyümek sancılı, sıkıntılı ama bir o kadar da heyecan verici, değerli... Seni büyütmek, olgunlaştırmak, ruhunu özgürleştirmek isteyen biri var. O senin bu hikayeni en güzel şekilde, farkına vararak ve doğru okuyarak tamamlamanı istiyor. Hep yanında ve seni duyuyor, yüreğini, içinden geçenleri de biliyor. Yalnız değilsin bu hikayede... Yalnızmış gibi görünsen de, her şey senin için, sana dair söylenmiş kelimelerle dolu etrafın...

Sen sadece görmeye ve doğru okumaya çalış onları...
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğendim.
Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu. ..
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim..
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni
aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek  
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra kararında acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının
hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya...
Kalp durur...
Akıl unutur...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur...


Mevlâna Celâleddin-i Rûmî
memur olmak

27 Kasım 2014 Perşembe


dünden beri özlem var bi kalp çarpıntısı...gülebildiğim gözlerimin içinin güldüğü zamanlara özlem...

:)


Sen dünyadaki tüm zararsız canlıları koşulsuz seveceksin ve karşılığında onların duyduğu tüm acıları duyacaksın, hissedeceksin. Zenginliğin bu olacak" denmiş ona her şeyin başında.

Bazı insanlara bu söylenir. Karşılarına da tüm duyarlılığından, tüm iyiliğinden saflığından arınmış, varlık amacı acı üretmek, acı çektirmek olan birileri koyulur ki ortalık acıyla dolsun.


Ya da mesela “Has acıyı çeken biri, hayattaki hiçbir şeyi somut olarak kavrayamamayı kabullenmişse de hayattaki her şeyi iliklerine kadar sezinleme lanetiyle sessizce ağrıyordur.

herkes ruh yorgunu herkes biraz tutunamayan bu hikayede sokağa çıktığımda mutsuz,huzursuz insanlar görüyorum hepsinin başka başka hayatları var ama belli hepsi ruh yorgunu en çok da(da ayrı yada birleşik bilemiyorum) bizim kuşak hani şu sokakta oynayan en son çoçukların olduğu derdini sokağa anlatan kuşak...ama bizi de ele geçiriyor işte modern times gözümüzü sokağa değil göğe baktığımızda gördüğümüz o dev ejderhaya dikiyoruz...kuleler tıpkı o kuleler gibi hayatlarımızda öylesine yapmacıklaşıyor hayatımızdaki insanlar yapmacıklaşıyor sonra soruyorsun hayırdır diye aynı şeyler işte...bi labirent iç dünyamız ürkeklerin kaplan kesildiği bi savaş meydanı...yetinmeyi bilmiyoruz hep dahalar acabalara sürükleniyoruz evet üretmenin dahası olur ama daha daha daha çok hırs işte bu yüzden kaybediyoruz...bi çentik daha ekliyoruz...

25 Kasım 2014 Salı

hayallerimiz birer ütopyaymis insan sevginin de acemisi oluyormuş öğreniyoruz...


Bir eyyam da sana Lalikom diye seslenicem. “Benim dilsizciğim” diye anlam verilebilir. 

 Ama bu bir ünlemdir daha çok. Sevili, yangın bir ünlem...

  

"sevgili canım,

galiba, tek çıkar yol sana durup dinlenmeden yazmak. hoş, bütün işim seni düşünmek ya. bu bok soyu alışkanlıklar, töreler, günah sevap ve ayıplar köleliği olmasa.. bütün tedirginliğimiz bundan. bundan, yüzünü hayalledikçe ağzımın açılması. şiirimdeki korkunç çırpınış, doymazlığım ve ölesiye beni terk etmeyecek hiçlik.. tanrıların beni kandırabilmelerini isterdim yahut ölümün anlamlı bir nen olmasını. oldum olası idealist değilim. materyalist felsefe çok şeyler verdi ama doyurmuş, kandırmış değil beni. ya sen olmasaydın? büsbütün iğrenç bulacaktım evreni. saçmalamıyorum ya? seninle, yüzyılların hayvan ötesi tutukluğuna ve donan insan düşüncesine bir can, bir haysiyet verebiliriz gibime geliyor. yalansız, riyasız, çıkarsız bir haysiyet. belki ömrümüz yetmez başarmaya, hiç değilse en zekilere ve teşnelere duyurabiliriz. şimdi birileri olsa "boş ver bu iri lafları, yaşayalım" derdi. yaşamak, burnunu, kulaklarını, gözlerini ve oralarını unutarak yaşaması mümkün mü bizim gibilerin? ben bütün bu -belki de manasız- iç sıkıntılarından senin var olduğunu hatırlayarak sıyrıllıyorum. bir pınar, bir dağ suyu gibi dinlendiriyor, kandırıyorsun. bu bakımdan gelmiş geçmiş ademoğulları içinde şüphesiz en şanslı durumdayım. nasıl kıvranıyor, gizliden gizli seviniyorum bilsen.. kimseler yaşamadı bunu diyorum. kırılmış, balta yemiş ve sesi kuyularda boğulmuş biriyim, doğru. ama seni tanıyorum. kimselerin tanıyamayacağı, belki bakıp kabataslak içinden geçireceği seni.. ne dersin, düşünmenin ilmini alıyor muyum acep? sen psikolojiyi benden iyi biliyorsun -daha doğrusu benim bir bok bildiğim yok-. bu bahiste de gene en doğru sen düşünürsün. bildiğim ve cesaretle söyleyebileceğim tek şey, abstrait  olarak "düşünce"yi bile sensiz ele alamadığımdır. düşünceyi ve evreni. hiç de dar bir görüş değil bu. aksine ufkum, dehşetli genişliyor. bilmem bu halime ne dersin dostum?

sağlığına, kocandan memnun olmana çok seviniyorum lakin tembelliğine ve bana çok geç yazmana gitgite içerliyorum ha. sana kızılmaz oysa. kırılınmaz. belki de kırgınlığım kendime. seni ve çevreni rahatsız edeceğimi aklıma getirmeden, paldur küldür mektup yazışım bir intihardır belki de. ödüm kopuyor leyla. seni kırarım, üzerim yahut bunlara sebep olurum diye. ben ki dünyada -gelmiş geçmiş- üç beş kişiden gayrısına saygı duymadım. "dost- dost diye hayaline daldığım - dost ise çevirmiş yüzünü benden - hani dost uğrunca can baş verenler? - evvel kekitmezdi gözünü benden.", müthiş bir türkü. şairi de çok çekmiş anlaşılan. bak, yaşamış, dövüşmüş, yenilmiş, kelle vermiş gitmişler. türküleri kalmış. bizler insan olalım, sevişelim, kötülüklerin kökünü kurutalım diye, kalmış türküler.

sana mutlaka geleceğim. ne bok yerse yesin kötüler, sana mutlaka geleceğim. pusuda fırsat kolluyorum şimdi.bir an bile yalnız, sıkıntılı kalmana dayanamam. palavra tabiriyle şerefli, gerçek anlamıyla yegane zevkli ve vazgeçemeyeceğim bir duyu bu. buna da "ne dersin?" diyeceğim.

oturup yazsana bana. boş vaktin çok. yazmaktan sıkılıyorsan, telefonunu ver de konuşur sorarım hiç değilse. hem "ne yaparsan yap, istersen küfret ama senin için aklıma bile getiremeyeceğim şeyleri düşünme" diyorsun, hem de ayda yılda bir mektubu reva görmüyorsun ahmet kuluna. bir zaman "bu merhamet" diye dellendim. sonra sana bunu yakıştırmanın namussuzluk olacağını düşünerek tiksindim bu duyudan. sahiden bazı çok eşekçe ihtimaller geçirmişim aklımdan. affet canım. senden daha mert ve daha erkek kim geldi ki bu dünyaya. uzaklıktan, ayrılıktan ve kötü günlerimin çokluğundan, anlaşılan. affet e mi? içimde tutamam, senin hakkında acı bir düşüncem olursa. söylemesem sana zehirlenirim. iyi ve güzel düşünleri de. zaten, senden gayrı güzel düşün olur mu ki?

...ne dost, ne güzel, ne ölünecek kızsın be. bu bok hengamede, bu delier, aptallar, eşekzadeler ve kısırlıklara rağmen sen varsın. sen yaşıyorsun. veylonlara ki seni tanımadan göçüp gitmişler. veyl, hala da tanımayanlara.

gözlerinden öperim canım. hemen yaz."



29 haziran 1955



ve son mektup




benim kahramanım deli bir kız çocuğu :)


                                               
                                             
           
                                                    

21 Kasım 2014 Cuma

                                                                                                                                                               Seni sevmeye başlayalı çok uzun zaman oldu. Küçük bir kız çocuğu idim, seni sevmeye başladığımda. Şimdi ise bedeni çürümeye başlayan yaşlı bir kadınım. Bütün bedenler çürüyor aslında Diego’m. Eskiyor bütün bedenler.

Ama acı çeken yüreği var ise bir bedenin, daha hızlı çürüyor o beden.

Benim acı çeken bir yüreğim var Diego. Seni sevmeye başladığım o günden beri, acı çeken bir yüreğim var.

Beni anlamadın demeyeceğim. Beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın Diego…

Ben de seni anlamak istedim. Tüm hayatımı, hayatımın her bir zerresini seni anlamaya adadım. Sen nereye gittiysen, ben de gittim. Sen neye güldüysen ona güldüm. Sen kimi sevdiysen onu sevdim. Hangi kadınla seviştiysen o kadınla seviştim. Bende bulamadığın ve başka kadınlarda aradığın şeyi keşfetmek için, senin öptüğün kadınları öptüm. Dokunduğun kadınlara dokundum…

Senin sevmediklerini de sevdim ben Diego. Neden sevmediğini anlamak için, onları… sevdim !!! Ya da sevmeye çalıştım… İçimdeki, sana dair olan öfkeyi dindirmek için yaptım belki. Öfkem dinmedi Diego.

Her defasında körkütük aşık olarak, sana döndüm. Ya da aslında senden hiç gitmemiştim.

Seninle Amerika’ya gelmemi istediğinde, benim olduğunu sandım. En büyük yanılgım oldu bu belki de. Sen ne benim ne de başka bir kadının olamazdın. Kimseye ait olamazdın sen ! Ruhun buna izin vermezdi. Oysa ki ben, sana ait oldum hep. Yattığım tüm adamlar ile sana ait olarak yattım Diego. Acı çekerek seviştim onlarla…

Bana nasıl acıyarak baktığını gördüm. Nasıl korktuğunu, ölmemden. Sırf bundan ölmedim ben diegom. sen acı çekme diye. ve beni terk ettiğinde, o kanlar içinde kaldığım günkü acı dolu bakışlarına sığınarak, acılı mektuplar yazdım sana. Çaresizlik kokan, kadınlık onurumu ayaklar altına aldığım mektuplar yazdım. Bana acı ve geri dön istedim. Buna bile
razıydım sevgilim.  
                                                                                              
Nefret ettim. 

Sana benim gibi bakamayan herkesten. Senin güzelliğini görememelerini anlayamadım hiç…

Kurbağa sevgilim, Diego’m… Bana dünyanın en büyük acısını yaşattın sen. Gün be gün öldüm seni sevmeye başladığım ilk andan itibaren.
  

Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.
Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.
Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.
Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.
Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim.
Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden “sen” olduğun için vazgeçtim.
Bencil olduğun için vazgeçtim.
Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.
Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.
Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.
Frida

Nefsin ejderhadır. ÖIdü sanma, uykuya daIar o. Dertten eIine fırsat düşmediği için uyur. Derdin bitince çıkar hemen. Hüner; dertsizken de nefsi uykuda tutmadadır.

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî



20 Kasım 2014 Perşembe

koştatam


kafamın üzerinde soru işaretleri ile dolaşıyorum kime baksam soru işaretleri ile dolaşıyor...

insanlar mutlu olmaktan kendini anlatmaktan karşılıksız sevmekten neden bu kadar korkuyor ? 

neden bizi hep en sevdiklerimiz incitiyor ? izin vermeyeceğim deyip neden insanların bizi İncitmesine izin veriyoruz ? neden bütün dünyaya kafa tutabilecekken kalbimize kafa tutamiyoruz ? 


büyüyelim ama yaşlanmayalım...


Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk.

Bir balkon olsa şimdi. Kimsenin seni tanımadığı bir şehirde. Kahvenin içine konyak kendiliğinden düşse, kocaman bir hırkanın içinde olsan şimdi sen. Bir şeyi terk etmiş olsan. Mesela bir şehri. Mesela kendini, yüzünü filan mesela. Sadece otelin kat görevlisi bilse ismini, sadece tesadüfen. İsminin yanlış telaffuz edildiği bir şehir olsa bu, sen de artık başka bir isme sahip olsan.

Biri gelse...

Üstünde kocaman kocaman giysiler olsa, kocaman bir kazak, kocaman bir pantolon, kocaman çoraplar, iç organlarına kadar ısınmış olsan. İçeride televizyonun sesi açık olsa ve çok güzel müzikler vardır ya, hani günün üzerinde bir buğu yaratan, hayatı photoshop’layan müzikler, onlardan biri çalsa. Bir kitap okuyor olsan. Şöyle kocaman bir şey. Çalışıyor olsan hatta, altını çize çize. Bir şey öğreniyor olsan kitaptan. Koltuk tam sana göre olsa oturduğun, sehpa öyle. Sen tam kendine göre olsan. Bir papatya kadar dengeli.

Tam sen kitabı bitirdiğinde, gözlerin ağrıdığında biraz, kapı çalsa. Uzun zamandır görmediğin, artık aramaya da utandığın biri, seni hiç utandırmadan kapıda dursa. Çok eski bir dost olsa bu. O kadar eski olsa ki arada geçen zamanda ne olup bittiğini konuşmadan sohbet edebilsen. Gülsen gülsen...

Konuşmasan...

Akşam olsa birazcık. Madrid’de mesela jambon dükkânlarından birinde, ayakta şarapla biraz jambon yesen. Tek derdin damağını kesen ekmek kabuğu olsa. İnsanlara baksan, diyelim ki Buenos Aires’te o eski kahvelerden birinde, yüksek tavanlı olarak. Petersburg’da olsan mesela, oteline sarı saçlı bir kız o at arabalarından biriyle götürse seni, beyaz gece uzasa. Uzasa uzasa ve kimse seni merak etmese. Şam’da Hıristiyan Mahallesi’nin ara sokaklarında kaybolsan yürüye yürüye. Hiç konuşmasan kimseyle. Kimse de seninle konuşmaya çalışmasa.

Beyrut’ta akşam olsa, Deny’s barda sana kimse bir şey sormasa. Yüzünden anlasalar ne içeceğini. Gece bastırsa Paris’te, bir çatı katında bir yatağa kıvrılsan. Çinko su borularından güvercinlerin ayak sesleri duyulsa. Camda yağmur izlerini uzatsa, kısa kısa.

Görünmesen...

Çok güzel bir rüya görsen, huzurlu bir şey. Kalabalık olmayan bir rüya. Uyansan uyku bittiği zaman uyansan ama. Denize karşı kahvaltı etsen. Yine konuşmasan kimseyle. Kimse de sana bir soru sormasa.

Böyle kaç gün geçse... Böyle kaç gün geçse insan yeniden konuşmayı ister? Görünmeyi? Nefesinin sesini duyana kadar beklesen. Yatağa başını koyduğunda, yan dönüp kulağın yastığa dayandığında kalp sesini duyarsın ya kendinin. Öyle kaç gece geçse yeniden kalkıp kalabalıklara karışmak ister insan? Sorulara cevap vermeyi?

Kocaman giysilerin olsa üzerinde, iç organlarına kadar ısınmış olsan. Ellerinin kazak kollarının içinde...

Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk. 

19 Kasım 2014 Çarşamba


muvin koltuğunun karşısında şöyle yazıyor :

'Biz kimseyi yarı yolda bırakmadık,sadece müsait bir yerde indirdik.' :)

İçimden sesler korosu bu akşam sana...



Aylar sonra ipadimi nihayet elime alabildim özlemişim film izlemeyi büyük ekrandan başka oluyormuş izlemek aylardır telefon ekranına bakmaktan büyük büyük bakmayı unutmuşum tıpkı kendi hayatıma bakamadığım gibi...

Bu akşam aslında canım hiçbirşey yazmak istemiyor sadece izlemek görerek hayatı devşirmek!küçüktük herşeyin bir anlamı olduğuna inandık...gördüklerimizden duyduklarımızdan en çok da okuduklarımızdan birşeyler devşirdik hayatımıza kattık sandık...

oysa biz sadece devrilmişiz geçen zaman hiç geçmemiş onca kış onca sonbahar üzerimizden geçip gitmemiş...

bugün aklım okul bahçesinin sarı yapraklarla kaplı bahçesinde...
o günlerime gidiyor aklım ister istemez o kış ortasında yüreğin yangın yeri olduğu o zamanlara... neler yaşadık diyorum neler kitaplarda kaybolduğunuz geceler,tütsüler,dağınık hep sis kokan oda,sokaklar,insanlar,kitap falları,içine girmek istediğiniz ama giremediğiniz uzaktan izlediğiniz bi ev,anılarınızın üstüne inşa edilmiş anlar,türküler,gecenin üçü,sıçramalar,uzaktan seyredip sevmeler,falanlar filanlar siz bunlara dayandınız demi ?

Korkmadınız hüznü baş köşeye buyur ettiniz yine geldi hüzün biçim değiştirip geldi bu sefer hadi buyur edin yine niye kapılarınız kapalı gücünüz mü yok artık umudunuz mu...

dünyadaki tek dertli sen değilsin kızım biliyosun demi senin şu yaşadıkların çoğu için tatlı bi macera çok uzağa gitmene gerek yok yanı başındaki insanlara bak en çok da kadınlara savaş yorgunu kadınlara...

sonra dön yine de ki acısada öldürmez :)

bide kimse kendinden başka 
bir yere gitmiyor yaşıyoruz işte yaralarımızı severek şair güzel demiş...

18 Kasım 2014 Salı


Merabaaa:) Ben Ela 1989 yılı sonbaharının mikemmel ayı olan Ekimde doğmuşum,adım farsçada güzel,hoş kokulu yemişleri ise acı olan bi ağaçmış,bana göreyse ben yani Ela maviyle yeşil arasında gidip gelen arafta kalmış bir ruh,bir modern zaman evsizi,havada öylece asılı kalmış hippi bi bulut :) kelimelere fena halde takıntılı,içinde çoktan sesler korosu olan veee o koroya hiçbir zaman şeflik yapamamış olan bir kadın :) işte arafta kalan bu ruh bundan sonra bu blogu bir nevi modern zaman Olric'i olarak nitelendirip kavanozdan artakalanları paylaşacak...Sürç i lisan ettiysek affola...