.jpg)
Adam
ve kadın, uzun senelerdir evliler. Seviyorlar birbirlerini, orası kesin Ama
eskisi gibi değil. Zaten nicedir hiçbir şey eskisi gibi değil.
Eskiden sevdalar daha mı tutkuluydu, hasretler daha mı derin. Sevgilinin
saçının bir teline ne şiirler yazılırdı hani. Bir kez görmekle ne kadar çok
sevilirdi insan. Kapı aralığından uzanan bir baş, perde arkasında bir kadın gölgesi,
belli belirsiz bir tebessüm, gözbebeklerinde saklı ateş ve har. Uzaktan da
sevilirdi yar. Mümkündü. Hem mümkün hem imkânsızdı aşk. Hayatın bir parçasıydı
dokunmadan sevmek. Yaklaşmadan. Aşk bugün var yarın kaçtı kaçacak bir ada
tavşanıydı sanki. Öylesine ürkek. Kimse yüzde yüz emin olamazdı aşka
"sahip" olduğundan. Mülkü yok, tapusu yoktu. Daha mı anarşistti
eskiden aşklar? Sahi "yarim" ne güzel kelimeydi. Ağızda akide şekeri.
"Yarim" der, sonra bir es verir, gayriihtiyari susardın. Söyleyecek
söz kalmazdı ardından. Tek başına kaç cümleye bedeldi kelimeler. Eskiden
harfler daha mı kıymetliydi? Bir mektup yeterdi aylar süren ayrılıkların
sessizliğini kapatmaya. Tek bir yemin yeterdi aradaki mesafeleri azaltmaya.
Artık hiçbir şey o kıvamda değil. İbre şaştı, ayar bozuldu sanki. El titredi,
akord bozuldu sanki. İlişkilerimizin ahengi eskisi gibi değil. Kelime cömerti,
duygu cimrisi bugünün insanı. Konuşmaya gelince açıyor ağzını, duygulanmaya
gelince tutuyor kendini. Zaman yok ya, hep bir telaş halindeyiz ya, bunca
koşuşturma arasında kimsenin durup da duygulanmaya vakti yok. "Bütün
meslekler insan ruhunu kemirir durur. Bir tanesi hariç: Şairlik." Böyle
demişti Charles Baudelaire. Artık bu durum da değişti. Şimdilerde şairlik dahil
bütün meslekler ruhumuzu kemirip duruyor, inceden inceden. Makyajla kapatıyoruz
kemirilen yerlerin üstünü, ruhumuzdaki gedikleri, benliğimizdeki oyukları.
Meşguliyetle, sosyallikle, unvanla, kariyerle, şan şöhretle kapatıyoruz. Ama
alttan alta birçoğumuz aynı dertten mustaribiz: Tamamlayamadığımız bir eksiklik
duygusunu, azalmayan bir bezginliği sırtımızda un çuvalı gibi taşıyoruz.
Monoton bir değirmen taşı günlerin akışı. Dönüyor kendi ritmiyle. Bizi o çarkın
dışına çıkaracak bir aşk arıyoruz. Sıradışı bir sevda. Ama gel gör ki ne
Ferhat´ız dağları delecek, ne Simurg kuşlarıyız mavilikte kanat çırpacak. Hem
gizliden gizliye masalsı ve destansı bir sevda arıyor hem de masalları ve
destanları hayatımızdan satır satır siliyoruz.
GİDEBİLİRİM
İSTERSEM
Adam
mesleğinde hayli yükselmiş, kadınsa çocukları büyütmüş artık. Ne sıradışı bir
heyecan var, ne yeni bir sınav. Birbirlerine tahammül edemedikleri zamanlar da
oluyor. Aynı çatı altında iki ayrı dünya kurmuşlar kendilerine, daracık bir
kesişim gösteren iki ayrı küme gibiler. Öyle günler oluyor ki, "Çekip
gitsem," diyor adam içinden. "Yeniden başlasam hayata, tazelensem,
yenilensem. Kırkından sonra, ellisinden sonra yepyeni bir hayata atılanlar var.
Ben de geç kalmış sayılmam. Bunca zaman karımı ve çocuklarımı incitmemek için
hep alttan aldım ama artık çocuklar büyüdü, karım da kendine yeter. Üstelik
erkek olmanın biyolojik avantajları var. Bir kadın altmışında anne olamaz ama
bir erkek altmışında, hatta yetmişinde baba olabilir. Kadınlar önce
çocuklarına, sonra torunlarına bağlı oluyor. Halbuki bir erkek bağımsız
kalabilir. Gidebilirim istersem. Bir gün belki…"
Öyle günler
oluyor ki, "Çekip gitsem," diyor kadın içinden. "Yeniden
başlasam hayata, tazelensem,yenilensem. Otuz beş yaşına kadar habire
didişiyorsun, ya ailenle akrabalarınla, ya arkadaşlarınla, ya sevdiğinle, ya
bedeninle. Otuz beş kırk arası yavaş yavaş duruluyorsun. Ama esas kırkından
sonra başlıyor kadınlık. Kadın ancak o yaştan sonra pişiyor, olgunlaşıyor,
kendini buluyor. Bunca zaman kocamı ve çocuklarımı kırmamak için hep alttan
aldım ama artık çocuklar büyüdü, kocam da kendine yeter. Hem kadın olmanın
avantajları var. Erkekler nedense yalnız kalamıyorlar. Ürküyorlar yalnızlıktan.
Karanlıktan korkan oğlan çocukları gibiler. Halbuki kadınlar yalnız
yaşayabiliyor. Yalnız ve bağımsız. Bir kez dul kalan kadın kolay kolay
evlenmiyor. Bir ilişkiden çıkan kadın kolay kolay yenisine başlamıyor. Biz
kadınlar erkeklerden daha dayanıklıyız. Gidebilirim istersem. Bir gün
belki…" Gitmek ama nereye? Tası tarağı toplayıp Ege´de bir köye mi
gitmeli? Bodrum´a, Kaş´a ya da adı sanı duyulmamış bir sahil kasabasına mı
çekilmeli? Sırtta çanta, elde tren bileti dünyayı mı dolaşmalı yoksa? Yahut
Uzakdoğu´ya, Hindistan´a filan mı gitmeli, mümkün olduğunca uzağa, kendinden
kaçarcasına? Kaç hayat yaşayınca yorulur insan? Kaç seneden sonra yaşlı, kaç
hezimetten sonra bezgin, kaç sevdadan sonra kalpsiz, kaç kelimeden sonra lâl
olur kişi? Ne adam göze alabiliyor çekip gitmeyi, ne kadın. Kalıyorlar aynı
yerde, tıpatıp aynı şekilde. Evlilikleri orada burada konuşuluyor, ´en başarılı
evlilikler arasında sayılıyor. Parmakla gösteriliyorlar. Bunca senedir mutlu
bir evlilik yürütmenin sırrını soranlara "Karşılıklı sevgi ve saygı"
diyorlar gülümseyerek. Diyemiyorlar ki "Karşılıklı sevgi ve saygı ve bir
de karşılıklı bir türlü çekip gidememek…" Günler günleri kovalıyor. Günler
günleri aynen tekrarlıyor. Yoruluyorlar. Yaşamaktan değil, yaşayamamaktan
yoruluyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder