Vaktiyle, “tekke eğitimi” nedir iyi bilen bir dostumdan bir hikaye dinlemiştim. O da bir başkasından dinlemişti bu hikayeyi. Siirt Tillo’dan İstanbul’a kadar halka halka süzülüp gelmişti hikaye, devredile devredile dolaşan bir emanet gibi.
“Tekkelerden birinde bir mürit varmış vaktiyle. Temiz, saf, iyi niyetli
bir genç adam. Gel zaman git zaman âşık olmuş, hem de
nasıl, sırılsıklam aşk. Karşılık da bulmuş aşkı. Sevdiği kız da ona sevdalanmış. Evlenmişler.
Mutlu seneler geçirmişler
beraber. Ne var ki çok geçmeden karısı dikilmiş karşısına.
‘Ben,’ demiş ‘gitmek
istiyorum. Sana âşık değilim artık. Bir başkasını gördüm,
ona aktı yüreğim. Ona gitmek isterim.’ Mürit deliye
dönmüş öfkeden.
Eli ayağı zangır zangır. Öldürmek istemiş karısını. Bana yar olmayacağına göre, kimselere yar olmasın daha iyi, diye geçirerek içinden. Son bir gayretle tekkeye
dönmüş bir
sabah. Şeyhini
kendisini beklerken bulmuş. ‘Gerçek
âşık’ demiş şeyh, ‘mâşukunun mutluluğunu ister. Gerçek âşık, mâşukunun mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koyar. Gerçekten sever, özgür bırakır. Sahiplenmek, sevdiğinin üzerinde hak etmek âşığın yolu da değildir, aşkın yolu da...’ Mürit için zor bir sınav başlamış.
Sonunda, özgür bırakmış karısını. İstediğine
gitsin, mutlu olsun diye açmış kapıları. Ne tutsaklık, ne hakimiyet. Arınmış kibirinden, iktidar arayışından ve dahi tahakkümperverlikten...”
Ben bu hikayeyi hep bir “masal” gibi dinlemiştim dostumdan. Gerçek olamayacak
kadar romantik ve ırak... Ta
ki böyle insanlar tanıyana
kadar. Bizzat bu sınavı vermiş ve en nihayetinde gerçek âşığın, mâşukunun
mutluluğunu
isteyen kişi olduğu hakikatini hem idrak hem tatbik
etmiş insanlar
tanıyıncaya kadar. Şimdi gazetelerde peş peşe yer
alan haberlere bakıyorum.
Sevdiği kızı başkasıyla gezdi diye bıçaklayan liseli öğrenciler... eski eşlerini kendilerine dönmek istemedi
diye tarayan öfkeli kocalar... yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen en yakın dostlarını ağız dalaşıyla başlayan kavgalarda öldüren gençler... Vaktiyle çok sevdikleri
insanları bir adımda harcayıveren, öldürüveren, yok
ediverenler... Hadiseler arasında bağlantılar var. Birbirinden tamamen ayrı, alabildiğine kopuk gibi görünen tüm bu felaket
haberleri arasında bir
ilişki var, yakından bakınca. Hepsinde ortak olan: Yoğun bir aşktan aynı ölçüde yoğun bir nefrete geçebilmekteki
süratimiz.
Gazetelerde kurbanların resimleri… kocaları, sevgilileri, nişanlıları tarafından öldürülen kadınlar… Vaktiyle güvendikleri, beraber hayal kurdukları kişiler tarafından yaşam hakları ellerinden alınan kadınlar… Sırf başkasını seçtiler
ya da az sevdiler diye… Çünkü aşk da maddi bir ticaret gibi kimilerine göre. “Ben 260 gr
seviyorum onu, demek ki o da karşılığında
260 gr sevmek zorunda beni.” Aşk da dirhem dirhem tartıyla… Türkiye’de şiddet olayları katmerlenerek artıyor ve insanlar en çok en yakındakilerini incitiyor. Şişirilmiş aşktan nefrete... şişirilmiş nefretten aşka... hem tek tek, hem topluca sıçrayıp duruyoruz bir o yana bir bu yana. Bu memlekette insanlar
sevdiklerinin mutluluğunu değil, temelde kendi hakimiyet alanlarını korumayı ve
iktidarlarını kaybetmemeyi önemsedikleri için daha
düne kadar delicesine sevdiklerinden nefret eder oluveriyorlar bir günde. Aşkın yerini mülkiyet ve tahakküm düşkünlüğü alıyor. Türkiye, Tillo’lu o müridin
vaktiyle geçtiği sınavdan kalıyor habire.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder