ADAM, kadına ona nasıl
ilham verdiğini anlatır. Ne şanlı bir tanrıça olduğunu. Dünyasını kadının
döndürdüğünü. Filmlerini ona yaptığını, yazdığı ne varsa ona yazdığını... Hep
öyle olacağını, o olmadan yazamayacağını, bir kare bile film çekemeyeceğini.
Öleceğini, yok olacağını... Kadından ona doğru akan şiir olmazsa kül olacağını,
bir hiç olacağını...
Ve kadın konuşur:
"Senin yerinde
olmak isterdim."
'SEKİZ BUÇUK'UN EKSİK
YARISI
Bu, gösterime yeni
giren "Dokuz" filminden bir sahne. Federico Fellini'nin "Sekiz
Buçuk" filminin eksik kalan "yarısını", yani yönetmenin
yaratırkenki "yarısını" anlatıyor. "Yaratan erkeğin" hayatı
nasıl, görüyorsunuz... Nasıl diyeyim? Nasıl "hizmetçi" kadınlarla
dolu "yaratan erkeğin" hayatı, onu görüyorsunuz. Anne,
"metres", eş, dost, ilham perisi, cilveli hayran... Nihayet, bir
erkek, bütün o kadınlar bir araya gelince var olabiliyor.
Erkek patronunuza
bakın. Onun hayatında sizin bu rollerden hangisini üstlendiğinize, bir erkeğin
var olması için ne çok kadının çabaladığına bakın. Üstelik o kadınlar hep bir
araya geliyorlar, erkeğe hizmet etmek için. Neleri var neleri yoksa vermek için
hep oradalar. Bu yüzden işte filmde kendisine ilham perisi olarak övgüler
düzülen Nicole Kidman, Fellini'nin ilham perisi Claudia'yı canlandırırken böyle
diyor:
"Senin yerinde
olmak isterdim."
BEN DE!
Ben de isterdim!
Yaratan erkeklerin duygusal olarak bir eli yağda bir eli balda lüksünü, hiç
değilse bir kez olsun... Ne bileyim işte...
Filmi izlerken aklıma
bir başka film geldi. Rodin'in aşkı ve kendisi de en az Rodin kadar çarpıcı bir
heykeltıraş olan Camille Claudel'in hayatının anlatıldığı filmi hatırladım.
Sanırım yaratan erkek ile yaratan kadının hayatları arasındaki trajik farkı
görmek için iki filmi art arda izlemek iyi bir ders olacaktır. Kendisine şiir
yazılmasına değil şiiri kendisi yazmaya karar vermiş kadınların başına ne tür
fenalıklar gelebileceğini görmek için... Peki temel fark nerede? Bu tür bir
duygusal bolluğun sadece erkeklere ait olmasının nedeni ne?
YARATAN ERKEĞİN
KRALLIĞI
Bir sürü şey
sıralayabilirsiniz. Erkek egemenliği vesaire vesaire... Ama esasında şudur
sorun:
Kadınlar, "duygu
hizmetçisi" istemiyorlar. Egoları bunun için yapılandırılmamış. Bu
"her şey dahil" servis onların ruhuna iyi gelmiyor. Erkeklerin içinde
çok rahat hissettiği bu şımarıklık sarayında onlar iğreti duruyorlar. Yaratan
erkekler tanrı-kral tahtında, o tahtı hak ettiklerinden bütünüyle emin, rahat
oturabiliyor. Ama yaratan kadınlar o tanrıça-kraliçe tahtında bir türlü...
Anlarsınız. Onlar başka bir şey istiyorlar. Başka bir şey işte...
ERKEĞİN ÇOCUKLUK HAKKI
Niye peki? Çünkü
yaratan erkeklere bütün dünya olarak biz çocuk kalma hakkını veriyoruz. Daha da
beteri, tıpkı her çocuk gibi istedikleri her şeyi hak ettikleri duygusunu
yaşama hakkını veriyoruz. Elde edemediklerinde de "varoluşsal
kıvranışlar" adı altında şımarıklık etmelerini hoşgörüyoruz. Hatta bu
yetmiyor, onların derdiyle dertleniyoruz. Ah! Ne çok acı çekiyorlar! Ama
kadınlar... Onlar, yetişkin. Her şeyi hak ettiği büyüsüne kaptıramıyorlar
kendilerini. Elde edemediği şeyler yüzünden şımarıklık yapma hakkı olmadığını
bilen yetişkinler...
NE HALT EDECEKLER?
Bu yüzden yaratan
kadınlar, yaratıcılıklarının onlara verebileceği şımarıklık hakkını
kullanamadan ve kimseden duygusal hizmet talep etmeden yaşamak zorunda
kalıyorlar. Nedir yani sonuç olarak? Kadınlar, yeteneklerini hayatlarını kolaylaştıran
bir hediye olarak değil, sırtlarında bir yük olarak yaşıyorlar. Çünkü...
Şiir yazan bir erkek
tüm dünyayı, tüm dünya kadınlarını tavlayabilir. Ama şiir yazan bir kadın...
Erkeklerin bucak bucak kaçtığı şey budur. Neden? Kadınlar çünkü, dinlemeyi
bilirler, severler. Ama erkekler mikrofon kendilerinde olmadığında...
Bilirsiniz, çoğu ne halt edeceklerini kestiremezler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder